
Geçen Ahmet aradı beni. “Kanka işin yoksa benim mekana bi uğrayıver. Sana işim düştü.” Candy Crush level 484.. Daha 5 hamlem var ama kardeşimin benlen işi var deyip hiç….. düşünmeden oyunu kapatıp çıktım. Geçen sene birinden alacağına karşılık küçük bir “Mantar Shop” devralmıştı. Dükkanda bir tek mantar satılıyor. Bu sefer parayı buldum diye başlamıştı, işler de mantar çıktı. Dükkandan içeri girdim.
– Yaw olm sabah akşam oyun mu oynuyon. Az çık dolaş gözlere bak hele!
– N’olmuş gözlere!? Gözlere n’olmuş? N’olmuş olm?! Kendime bakmak için hızlıca arkamda duran aynaya döndüm.
– Aman Allah! Noldu olm bana! Nasıl bu hale geldim lan?
– Olm dur babam O. Doğru konuş!
İlk anda fark etmemiştim. Ahmet’in babası Selahattin Amca bir sandalyeye oturmuş, elinde camı olmayan boş bir çerçeveyle sessizce oturuyordu. Daha doğrusu çerçevenin ortasından bir portre ciddiyetiyle bana bakıyordu mübarek. Beni yanıltan asıl şey ise, Selahattin Amca’nın benimle aynı gün aynı kırmızı tişörtten giymiş olmasıydı. O’ndan daha emekli tarzı, ne bileyim bir ekose gömlek giymesini beklerdim.. Kısa pantolonlu halimizi bilen adam yeniden süt dişi çıkaracak yaşa gelmiş hala kırmızı tişörtler filan..
Selahattin Amca, gece helaya kalktığında koridordaki aynayla karşılaşıp hırsız sanıp terliği geçirmiş. Yüz ifadesinden belli, kendini madara olmuş hissediyor. Eski toprak. Biraz gerginlik var haliyle. Uğursuzluk deyip durmuş sabahı zor etmişler. Gidip ayna taktıracağız. Refakat yüzünden de sinirli. Bebek miyim ben diyor. Mümkün olduğunca çabuk işi bitirip kaçmam lazım.
Kapının önünden minibüse bindik. 2 mahalle ötede camcı Ali’ye uğradık. Hakkaten uğursuzluk varmış. Ali’nin elinde uygun ayna olmadığı için ertesi güne kaldı iş. Onun işler de mantar, stoksuz çalışıyor. Selahattin Amca’nın ayarı iyice kaçtı tabi. Neyse, çerçeveyi camcıda bırakıp çıktık. Başarısız yolculuğun sonunda Selahattin Amca öfkesini benden çıkaracak diye ödüm kopa kopa bir minibüse bindik. 10 dakika sonra Ahmet’in dükkanın önüne vardık.
– Kaptan! Amca sağda müsait bir yerde inecek!
Sağda müsait bir yerde durduk. Selahattin Amca ağır hareketlerle kalktı. Tutuna tutuna bir adım attı. Sonra ilk basamağa bir ayağını koydu. Daha sonra diğer ayak da indi. Sonra ilk ayak yavaşça yere ulaştı. Minibüs dolusu insan O’nun her adımını yere koyuşunda “çok şükür” diyederin bir nefes alıyorduk. Sonra diğer ayak da asfalta kavuştu. Minibüste sessiz bir sevinç dalgası gezindi.
Selahattin Amca ineli bir dakika kadar olmuştu. Beklemeye devam ettik. Minibüs hala hareket etmiyordu. Kapı açık olduğu için, Selahattin amca duyar korkusuyla normal hayatımıza dönemiyor ve şöföre neden beklediğimizi soramıyorduk. 2-3 dakika daha belki yolcu bekliyorduk diye düşündük. Kimse gelmedi. Biraz daha bekledik. Hareket yok. Az daha bekledik. Minibüsün içinde, dışarıdan sokağın uyku veren uğultusu, yanımızdan geçen araçların havada bıraktıkları vızıltılar ve minibüsün rölantideki motor sesinden başka ses yoktu.
Sonunda dayanamadım: “Kaptan hayırdır neyi bekliyoruz? Gazı mı unuttun!”
– Kardeşim gideceğim de amca hala kapıyı tutuyor. Bıraksın da gidelim!
Aynı anda, uzun süre sesini yutmak zorunda kalan yolcuların hırçın seslerinden oluşan bozuk bir koro sesi yükseldi:
– Amca hop! Amca kapıyı bırak! Amca aloo!!
– Haydaa!! Amca ya..
– Amcacım kapıyı bırak!
– Töbe yarabbim.. cık cık cık.. Kolu kopacak.
– Dayıı!
Selahattin Amca o saate kadar alıştığımızın aksine bir hızla irkilip, sanki uykusundan sarsılarak uyandırılmış gibi kapıyı bırakıp yarım adım ileri atıldı. Şöför, hemen bir hareketle gaza basıp aracı ve daha önemlisi bizi özgürlüğümüze kavuşturdu.
..
Aha! Ahmet arıyor gene. Açarsam cümle alem sevsin.