Midemde ufak bir ülser oluşmuş. Bildiğiniz yara. 1,5 ay çiğ sebze dahil bir sürü şey yasak. Pazardan kilosu 10 liraya 2 kilo bezelye aldım. Eve dönene kadar kilosu 15 lira olmuştur. Bezelyeleri ayıklarken boş durmamak için bilgisayarın karşısına oturdum, bir film açtım. Ne izlediğimi hatırlamıyorum ama ne düşündüğüm hala aklımda.
…
Yaş aldıkça ülser mülser daha kim bilir neler çıkacak. Oysa ben daha bir sürü şey yapmak istiyorum. Sabahını bahçede diktiğim ağaçlarla, çiçeklerle geçirdiğim sıcak yaz günlerinin öğleden sonralarında bir masaya ilişip, elimde kağıt kalem, sabah daldığım hayal dünyasında gördüklerimi anlatmak istiyorum. Toprağın her gelene kucak açan o sınırsız, masumiyet dolu güzelliğini anlatan küçük hikayeler yazmak istiyorum.
Oysa şu an elimde balkona sığdırabildiğim birkaç saksıdan başka bir şeyim yok. Onlara da kediler için ot ekiyorum. Bir de geçenlerde, eşimin haklı isyanı üzerine alıp diktiğim bir yediveren gül var.
Acaba bütün bunlar için çok mu geç kaldım? Bir parça toprakla baş başa kalabilmek yerine iblislerimle çok mu zaman geçirdim? Bir “geç” var mıdır yoksa her an bir yeni başlangıç mıdır?
Konusunu hatırlamadığım filme bakar ve kucağımda bezelyeleri ayıklarken aklıma Kürk Mantolu Maria Puder geldi. Hani şu, gerçek mi kurgu mu olduğunu halen çözemediğim Raif Efendi’nin çevresinde iblislerin dolaştığı bir hayatta, var oluşun anlamını yüzündeki bakışta bulduğu o kadın. Ne güzel anlatmıştı Sabahattin Ali o hikayeyi.. Genç yaşta aramızdan ayrılmış olmasına rağmen kurduğu bir düşü, içinden gelen bir hikayeyi gelecek bir çok kuşakta hayranlık uyandıracak kadar güzel ve derin anlatmıştı. O’nun hayatında da iblisleri ve O’nun hayatında da “geç” kalmışlık korkuları yok muydu? Genç yaşında hayatından edilene kadar sadece bir Maria Puder’i bile anlatmış olsa geç kalmış sayılamaz olmalıydı. Üstelik bunu ne zaman, hangi yaşında gerçekleştireceğini bilmeden yazmıştı. Böyle bir hikaye yazabilmemi elbette mümkün görmüyorum. Lütfen bu örneklemeyi yazarına ve hikayesine duyduğum hayranlık olarak alınız.
Tüm bunları düşünürken birkaç bezelyenin cillediğini fark ettim. Cillenmek ne demek bilmeyen varsa ben Erzincanlıyım. Çocukken öğrendiğim bu hoş kelime, bir tohumun fidana dönmeye başladığında ucundan çıkan bir kökün ilk parçasıdır. Tam 19 tane çillenmiş bezelyeyi ayıkladığım sepetten ayırdım. Bunları daha sonra bir saksıya güzelce yerleştirdim. 2 gün sonra bezelyelerimin, cılız kökleriyle toprağa ümitle sarıldığını gördüm. Kilosu 10 liraya aldığım bezelyelerle yaşadığım hikayenin bir akşam sofrasında bitmeyeceğini anladım.
19 küçük bezelye, bana büyük ve uzun süren bir can sıkıntısının ortasında, “bizimle ilgilenmezsen yok olup gideceğiz. Bizimle ol!” der gibi bir anda beni önümüzde gelmekte olan günlere, haftalara ve hatta aylara bağladı. Raif Efendi’nin sıkıcı hayatında beklemediği bir anda karşısına çıkan Kürk Mantolu kadın gibi benim karşıma da 19 tane cilli bezelye çıkıvermişti. Belki onları, bir gün bir sıcak yaz öğleden sonrasında bir bahçede, bir başka hikayedeki kahramanlar olarak anlatacağım. Belki bunu daracık bir balkonda yapacağım? Bilemiyorum. Ama bezelyelerin beni midemdeki sorundan değilse bile bu “geç” kalmışlık duygusundan kurtardığı kesindir. İyi ki o cilleri fark etmişim.
Neyin başladığını görebiliyorsan, her an yeni bir başlangıçtır. Onu bırakmadığın sürece bil ki her şey çok güzel olacaktır.