Ortaokul çağlarım. Bir arkadaşımın babası vefat etti. Allah rahmet eylesin çok iyi bir insandı.
Bizim apartman, o sıralar mahalledeki en genç binalardan biriydi. Salonun manzarası; önümüzde o sıralar cadde olarak anılan, aşağı doğru uzanan bir dere yolu ve çok ilerde bir tepeden oluşuyordu. Tepede bir mezarlık vardı.
O sıralar yani 80’lerde, boş bulduğun bir arsaya gecekondu dikiyorsun ya da biri ölüyor, oraları senden önce mezar yeri olarak kapıyordu. Ölülerle dirilerin toprak kapma yarışı vardı. O tepeye baktıkça bunu net izliyordum. Bizden aşağı doğru inen yarı boş arazide her geçen gün sayısı artan damlar ve ilerde tepede her geçen gün sayısı artan mezar taşları..
Diriler ve ölüler yamaçlardan aşağı birbirlerine doğru koşuyor, aradaki mesafe oldukça hızlı kapanıyordu.
Mahmut Amca’yı da tepenin yamacına gömdüler.
Bir gün bir fırtına çıktı. Her zaman yaptığım gibi, salon penceresinden fırtınanın ürkütücü güzelliğini izliyordum. Ölülerle yaşayanların yarışı o gün için durmuştu. Kimse ev yapmıyor ve kimseyi gömmüyorlardı. Doğa ana, ölü veya diri olsun, insanların şekillendirdiği yüzüne, kendi elleriyle kendi şeklini vermeye başlamıştı. Yağmur damlaları kocamandı. Yıldırımlar, sağanak ve rüzgar.. Tam bir gün ve gece sürdü.
Ey diriler! Toprak kapmaya çalışmayın. Her birinize bana dönmeniz için biraz yer ayırdım zaten. Mahşer gibiydi.
Yağmur dindiğinde, tepenin yamacında ve aşağısında büyük bir kalabalık gördüm. Kamyonlar, iş makinaları ve insanlar.
Doğa Ana, kendine dönen ölülerle bir olmuş dirilere hadlerini bildirmişti.
Mahmut Amca dirilerin bahçesindeydi.
Hava düzeldiğinde yaklaşık 100 tane mezarı yamaca geri taşıdılar. Ölülerle diriler arasına bir beton duvar çekerek yarışa son verdiler.
Ancak Dirilerin hırsı devam ediyordu. Bu sefer bu ölümcül yarışın yönü Kağıthane’nin ıssız yeşilliklerine doğru kaydı.