Heey gidi günler, ne güzel günler! denir ya.. demiyorum. en azından bu sefer.
90 ların başı. Bir yaz günü. Arbamla iş gezisine gideceğim. Canım sıkılmasın diye bir arkadaşı yanıma kattım. Doğrusu, cep telefonu olmayan o zamanda adamı işyerinden gasp ettim. Birden yok olunca da iş yerinden ve evinden kaçtı sanmışlar. Birkaç il gezdik dolandık, bir akşam üstü şu sahildeki kasabaya gidelim, geceyi otelde geçirir, sabah da çalışmaya oradan devam ederiz dedik.
Kasabaya vardık. O zamanlar bu kadar kalabalık değil. 1 oteli bir de lunaparkı var. Paramız kısıtlı, 2 tek kişilik yataklı 1 oda sorduk. Bize uygun bir odası olduğunu söyledi kısık gözlü resepsiyonist. Gidip lunaparkta vakit geçirelim uykumuz gelir dedik. Binbir çeşit oyuncağın arasında dolandık ama uykumuz gelmemişti, canımız sıkılıyordu. Küçük bir çadırın içinde bir eğlence olduğunu fark ettik. İnsanlar toplanmış bir şeye bakıyorlardı. Biz de seyircilerin arasına kaynadık. Ortada ufak tefek bir adam, sacdan yapılmış çarkıfelek gibi bir şeyi çeviriyordu.
Çarkıfelekin üstünde dilimler, dilimlerin üstünde de rakamlar vardı. Bir tanesine para koyuyorsun, çark durduğunda ok işareti hangi dilimde ise tonla para kazanıyorsun. Az sayıda “kaybettin” yazısı vardı elbette. En azından izlediğimiz herif biraz para kazanmıştı. Hile hurda var mı diye dikkatle inceledim. Evet ufak bir numara vardı ama bize sökmezdi. Adamın alttan eliyle çarkı yavaşlatıp hızlandırdığını gördüm.
O da benim O’nu gördüğümü gördü. Bir cesaretle ileri çıktım. Sahtekarı devirip, üttüğü paraları alacak sahiplerine dağıtacaktım. Veya yiyecektim. Yarım günlüğüne geldiğim mekandan bir kahraman veya bir zengin olarak ayırlmam işten bile değildi artık!
Arkadaşım adamın çarprazında mevzilendi. Gözlerimi adamın gözlerine diktim. Rastgele bir dilime paramı koydum. Sahtekar, titreyen elleriyle çark-ı feleğini çevirdi. İçimden “Feleğin çarkı bu sefer senin için dönüyor düzenbaz!” diye geçirdim ve o melul gözlerin içine tehdit edici bir bakış gönderdim.
Ben kaybettikçe sinirleniyor, etraftaki izleyen sayısı artıyordu. Düzenbaz herifin korkudan rengi mosmor olmuştu ve haklıydı da. Nihayet cebimdeki son parayı arkadaşımın da gazıyla bir dilime koydum. Adamın elleri titriyordu. Beynimdeki ve kollarımdaki damarlar stresten ve öfkeden iyice belirginleşmişti. Adam arkaya doğru bir göz kırptığında, yeşil olmayan ama epey iri 3-4 tane dev ben ve arkadaşımın arkasındaki yerlerini aldılar.
Hiçbir şey gözümden kaçmıyor, her ayrıntıyı beynime kaydediyor, son parayı da kaybedersem olması muhtemel dövüşte en avantajlı pozisyonu hesaplıyordum. Sayı ve cüsse üstünlüğü onlardaydı. Mekanı da unutmayalım. Ancak benim hedefimde o yer cücesi sahtekardan başkası yoktu!
Çark-ı felek, birçok insanın kaderinin elinde olduğu bilinciyle ağır ağır dönmeye başladı. Zaman yavaşlamış, sacdan yapılmış o daire vereceği karar üzerinde hiç acele etmeden düşünüyordu. Saniyeler dakika gibi geldi. Bir gözümle sahtekarın düzenbaz elini takip ediyor, diğeriyle dönen çarkı izliyordum.
Sanırım bu son taktikten dolayı bir şeyi kaçırdım. Şaşı bakarken, 2 adam ve 2 daire görmek dikkatimi yoğunlaştırmama engel olmuş ve ibre “kaybettiniz” yazısında durmuştu.
Gözlerimin yerine oturması 10 saniye kadar sürdü. Başım dönüyordu. Kendimi gerçekten kötü hissetmeye başlamıştım. Bu halde iken, az önce kafamda kurduğum planı gerçekleştiremezdim. Dayak yemem veya acı çekmem önemli değildi ama arkadaşımın sorumluluğunu onu iş yerinden gasp ederken üzerime almıştım.
Arabaya döndük.
Otele gidecek paramız kalmamıştı. Çaresizce, o küçük kıyı kasabasının karanlık toprak yollarında dolandık bir süre. Sonunda ay ışığının denizi aydınlattığı bir noktada arabayı park ettim. Birkaç sokak lambası, çok uzakta lunapark ve oteli aydınlatmak için kurulmuştu. Bulunduğumuz yerde ayışığının denizden gelen yansımasından başka ışık yoktu. O ucuz otelin ucuz yataklarıyla bile kıyaslanmayacak oltuklarımızı geriye yatırdık. İçimizdeki karanlık mı gece mi daha kör edici diye düşünerek uykuya daldık.
Dışarıdan gelen sıra sesler, haykırışlar beni uykumdan uyandırdı. İçerdeki havasızlık ve camlara yapışan sinekler yüzünden zorlukla doğruldum koltuğumdan. Önümde, sabah güneşinin aydınlattığı muhteşem bir Karadeniz vardı.
Duyduğum seslerin, klakson ve insan bağırışı olduğunu fark edince kafamı çevirdim.
Bir adam, arabasıyla arkamızda durmuş avaz avaz sövüyor, korna çalıyordu. Araba tekrar hareket ettiğinde, toprak yoldan çıkıp yanımızdan dolandığını fark ettim. Gece karanlığında arabayı, tek şeritli toprak yolda tam kavşağa park etmiştim.
Ben arkama doğru bakarken sıradaki araba geldi. Yine korna sesi ve sövmeler olacak diye düşünürken yan koltuktaki arkadaşım uyanmaya başladı. Yeni araba durdu. Korna çaldı. Şöför kafasını camdan uzatıp bana söveceği sırada yanımdaki adam yerinden doğruldu. Şöför bir an duraksadıktan sonra hem tükürdü hem de bu kocaman yanlış anlamanın getirdiği yanılsamanın etkisiyle başka şeyler söyledi.
Aç, uykusuz ve parasızdık ancak kocaman bir yanlış anlaşılmışlığımız vardı. Küçük sahil kasabasından süratli ama sessizce uzaklaşırken hiç konuşmadık.
İçimizden yalnızca birisi, o kasabaya ancak 20 yıl sonra tatil yapmak için dönebilecekti.